ttuurrgguutt
🏅Acemi Tasarımcı🏅
- Katılım
- 18 Eki 2007
- Mesajlar
- 28
- Tepkime puanı
- 7
“Umut ağacım!”
Bu ağaca yalnızlıktan bunaldıkça, bakmalısın. Baktıkça, umut ağacının yeşerdiğini göreceksin. Her mevsim nice nice gökkuşaklarının altında bin bir renge bürünüp çiçek çiçek açmaya devam edecek.
Umut ağacın, gözbebeklerini süsleyen sevdiğin. Gönlündeki yanardağların tutuşturucusu. Aklına düşenleri mısra mısra şiirleştiren deli ozanın.
Umut ağacın, kaderini kaderine kelepçelemiş olanın. En karanlık gecelerde bile, en uçtaki görünür görünmez yıldızlarda gözlerinin izini aramış sevdalın…
“Umut ağacım!”
Gözlerindeki hüznü gördüm. Dokunsan yağacak. Gökyüzünde aralarına mavilikler serpilmiş bulutlar vardı. Güneş, onlardan birinin ardına gizlenmiş. Demek ki bulutların ağlamasına dayanamamıştı. Ya da aralarına mavilikler serpilmiş bulutları alıp katacak önüne, gökyüzünü, en güzel mavisiyle baş başa bırakacaktı.
Gözlerindeki hüznü gördüm, umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Günün yirmi dört saati, hep seninleyim ben. Hep öyle kalacağımı da söylemiştim sana. Gözlerim yüzünde.
Yaşlanmak mı? Nerden çıkardın bunu, umut ağacım? Sonraları demir parmaklıklarla çevrilen, asma güllerin süslediği o balkondan Dağlarıa bakan genç kız değilsin şimdi. Saçların aklanmıs ama benim gönül aynama düşen güzelim, yine sensin.
Bir işaretin, kalbimi ayaklandırıyor. Bunu, biliyorsun; umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Beklemek, günleri saymak değil mi? Sayılı günler de çabucak gelip çatmaz mı?
Kafdağı’nın ardına birlikte gittik seninle. Tutku ve aşkı orda bıraktık; pişip çelikleşsinler diye. Ham demirdik, seçkin mücevherlere döndük. Farklı saatlerin birbirini kovaladığı ülkelerde kaldık. Güneşten, dolunaydan ve bütün yıldızlardan, geceye karışan gündüzden, seher vakitlerinde gözlerini kapayan gecelerden; kalbimizdeki işaretleri doğrulayan izler bekledik. Böyle zamanlarda yaşadığımız ayrılıklar kamçıladı bizi, umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Anılar, ilâcımız. Sevdalarımızın, saflıklarımızın, fedakârlıklarımızın, haydi dilersen gözyaşlarımızın diyelim, aralarına karanfil kuruları gizlenmiş hayat hikâyemizin aynası. O aynada birbirimize duyduğumuz ölümsüz sevgimizin izleri var. Benim isyanlarım, senin kahroluşların; anılarımızın unutamadığımız bayrakları. Sonra o deniz, ve göz göze gelişimiz…
Sanki gölgemiz gibi bizi izleyen iki yeni yetme sevdalı.
Henüz çiçekten yaprağa geçmiş akasyalar, umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Yüreğindeki yangınların aynısı, benim yüreğimde de var.
Benim de gözlerime hüznün gölgesi düşüyor zaman zaman. Fakat umutsuz eğilim, hiç umutsuz da olmadım.
“Umut ağacım!”
Sana bir umut ağacının masal da olsa nasıl yeşeriverdiğini anlatmalıyım.
Masallar, aslında yorgun gönüllerimizi dinlendiren özsuyu değil mi?
Eşkıyanın biri, yaptıklarından pişman olmuş. Ululara danışmış. “Ne yapsam da, yaptıklarımın beni ezen yükünden kurtulsam?” diye sormuş.
Ulular, yapması gerekenleri bir bir anlatmışlar ona. Eşkıya, üç yol ağzında bir bahçe satın almış kendine. Mevsiminde bostan ekmiş, susuzların susuzluğunu gidersin diye. Üç yoldan gelen kim olursa olsun, önüne sofralar kurdurtmuş. “Başka mı?” dedin. Bahçesinin seçkin bir yerine, kuru bir ağaç dikmiş, umut ağacının yeşermesini beklemiş.
Üç ay mı desem, üç yıl mı desem; bilemem.
Bir gün doludizgin sanki kanatlanmış bir atlı, el etseler de, dur mur deseler de aldırmamış, kurulu sofraların başında konaklamamış.
Eşkıya bu, kabaran öfkesine yenilmiş bu defa. Doludizgin atlıyı, “Yüz olsa ne çıkar?” diyerek oklamış. Doludizgin atlı için, zaman ebediyen durmuş.
Eşkıya, öfkesine yenildiğine üzülmüş. Göz pınarlarından süzülen yaşları kimselere göstermemek için, başını çevirmiş.
Aman Allah’ım, o da ne?
Kurumuş ağaç, o saat yeşermiş.
Eşkıya, bu defa sevinç bayraklarının gölgesinde, yeşeren umut ağacına baktıkça bakmış, yaptığı işi özünden kavramış.
Anlatanlar, doludizgin atlının seven iki kişinin arasına girmek için yola düştüğünü ama o yolu bitiremeden, oklandığını söylerler.
Bu ağaca yalnızlıktan bunaldıkça, bakmalısın. Baktıkça, umut ağacının yeşerdiğini göreceksin. Her mevsim nice nice gökkuşaklarının altında bin bir renge bürünüp çiçek çiçek açmaya devam edecek.
Umut ağacın, gözbebeklerini süsleyen sevdiğin. Gönlündeki yanardağların tutuşturucusu. Aklına düşenleri mısra mısra şiirleştiren deli ozanın.
Umut ağacın, kaderini kaderine kelepçelemiş olanın. En karanlık gecelerde bile, en uçtaki görünür görünmez yıldızlarda gözlerinin izini aramış sevdalın…
“Umut ağacım!”
Gözlerindeki hüznü gördüm. Dokunsan yağacak. Gökyüzünde aralarına mavilikler serpilmiş bulutlar vardı. Güneş, onlardan birinin ardına gizlenmiş. Demek ki bulutların ağlamasına dayanamamıştı. Ya da aralarına mavilikler serpilmiş bulutları alıp katacak önüne, gökyüzünü, en güzel mavisiyle baş başa bırakacaktı.
Gözlerindeki hüznü gördüm, umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Günün yirmi dört saati, hep seninleyim ben. Hep öyle kalacağımı da söylemiştim sana. Gözlerim yüzünde.
Yaşlanmak mı? Nerden çıkardın bunu, umut ağacım? Sonraları demir parmaklıklarla çevrilen, asma güllerin süslediği o balkondan Dağlarıa bakan genç kız değilsin şimdi. Saçların aklanmıs ama benim gönül aynama düşen güzelim, yine sensin.
Bir işaretin, kalbimi ayaklandırıyor. Bunu, biliyorsun; umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Beklemek, günleri saymak değil mi? Sayılı günler de çabucak gelip çatmaz mı?
Kafdağı’nın ardına birlikte gittik seninle. Tutku ve aşkı orda bıraktık; pişip çelikleşsinler diye. Ham demirdik, seçkin mücevherlere döndük. Farklı saatlerin birbirini kovaladığı ülkelerde kaldık. Güneşten, dolunaydan ve bütün yıldızlardan, geceye karışan gündüzden, seher vakitlerinde gözlerini kapayan gecelerden; kalbimizdeki işaretleri doğrulayan izler bekledik. Böyle zamanlarda yaşadığımız ayrılıklar kamçıladı bizi, umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Anılar, ilâcımız. Sevdalarımızın, saflıklarımızın, fedakârlıklarımızın, haydi dilersen gözyaşlarımızın diyelim, aralarına karanfil kuruları gizlenmiş hayat hikâyemizin aynası. O aynada birbirimize duyduğumuz ölümsüz sevgimizin izleri var. Benim isyanlarım, senin kahroluşların; anılarımızın unutamadığımız bayrakları. Sonra o deniz, ve göz göze gelişimiz…
Sanki gölgemiz gibi bizi izleyen iki yeni yetme sevdalı.
Henüz çiçekten yaprağa geçmiş akasyalar, umut ağacım.
“Umut ağacım!”
Yüreğindeki yangınların aynısı, benim yüreğimde de var.
Benim de gözlerime hüznün gölgesi düşüyor zaman zaman. Fakat umutsuz eğilim, hiç umutsuz da olmadım.
“Umut ağacım!”
Sana bir umut ağacının masal da olsa nasıl yeşeriverdiğini anlatmalıyım.
Masallar, aslında yorgun gönüllerimizi dinlendiren özsuyu değil mi?
Eşkıyanın biri, yaptıklarından pişman olmuş. Ululara danışmış. “Ne yapsam da, yaptıklarımın beni ezen yükünden kurtulsam?” diye sormuş.
Ulular, yapması gerekenleri bir bir anlatmışlar ona. Eşkıya, üç yol ağzında bir bahçe satın almış kendine. Mevsiminde bostan ekmiş, susuzların susuzluğunu gidersin diye. Üç yoldan gelen kim olursa olsun, önüne sofralar kurdurtmuş. “Başka mı?” dedin. Bahçesinin seçkin bir yerine, kuru bir ağaç dikmiş, umut ağacının yeşermesini beklemiş.
Üç ay mı desem, üç yıl mı desem; bilemem.
Bir gün doludizgin sanki kanatlanmış bir atlı, el etseler de, dur mur deseler de aldırmamış, kurulu sofraların başında konaklamamış.
Eşkıya bu, kabaran öfkesine yenilmiş bu defa. Doludizgin atlıyı, “Yüz olsa ne çıkar?” diyerek oklamış. Doludizgin atlı için, zaman ebediyen durmuş.
Eşkıya, öfkesine yenildiğine üzülmüş. Göz pınarlarından süzülen yaşları kimselere göstermemek için, başını çevirmiş.
Aman Allah’ım, o da ne?
Kurumuş ağaç, o saat yeşermiş.
Eşkıya, bu defa sevinç bayraklarının gölgesinde, yeşeren umut ağacına baktıkça bakmış, yaptığı işi özünden kavramış.
Anlatanlar, doludizgin atlının seven iki kişinin arasına girmek için yola düştüğünü ama o yolu bitiremeden, oklandığını söylerler.