GRAFİMERVE
♾️Grafik Gurusu♾️
- Katılım
- 18 Nis 2008
- Mesajlar
- 1,554
- Tepkime puanı
- 41
- Yaş
- 35
Evde olmanın tadını çıkartabildiğim, tüm hafta boyunca üst üste binen
yorgunluğumu üzerimden atmaya çalıştığım pazar günlerinden biri TAK ve
ŞANGIIIRRR! sesleri ile oturduğum koltuktan fırladım.
- Ablaaa, bu yaptı ! cama o kocaman taşı bu attı...
Hiç kıpırdamıyor, orada öylece durmuş "evet ben yaptım" der gibi yüzüme
bakıyordu. Esmer yüzünde - pırıl pırıl parlayan kap kara gözlerinde
pişmanlığa dair en ufak bir ize rastlamak mümkün değildi. Bilakis, umut.
Umut pırıltıları... Belkiler...
- Bekle dedim, bekle geliyorum, bunun hesabını ödeyeceksin.
- Sen zahmet etme abla, ben gelirim.
Otuz saniye sonra daire kapımın önündeydi.
- Ne istedin camımdan? Bilerek atmışsın taşı niye?
Bu sefer , Hiç ses yok !
- Gel içeri dedim.
Sanki bu teklifimi bekliyormuş gibi, ayakabılarını alel acele çıkartıp
içeri girdi. Mahçup ama pişman değil... Utanıyor ama korkudan eser yok...
Tuhaf bir hali...
- Otur konuşacağız.
- Üstüm çok pis...
- Otur!
- Bir gazete kağıdı var mı abla?... Sandalyeye koyalım öyle oturayım.
Kızmalı mı , gülmeli mi bilemedim.
- Camımı bilerek kırdın ama sandalyelerime kıyamıyorsun öyle mi?!
Otur! O-tuurr!
Sindi kaldı... Başını önüne eğdi... Bir kaç saniye süren suskunluk...
- Abla cam parasını çalışır öderim... Yalnız...
- Yalnız ne?!
- Sana anlatacaklarım var, beni biraz dinler misin?
- Mazeret mi?
- Valla mazeret değil. Camı kırdım, bilerek kırdım kabul ediyorum,
ödeyeceğim ama...
- Ama nee?
- Abla, sen bu mahalleye yeni taşındın biliyorum. Zengin olduğunu da
biliyorum...
- Zengin mi? zengin hee? Çalışıyorum, sabahtan akşama kadar para kazanmak
için canım çıkıyor. Bir tatil günümü evimde oturup dinlenerek geçirmek
istiyorum, gelip camımı kırıyor üstelik bir de "bilerek yaptım" diyorsun.
- Abla dinleyecek misin beni? Senden yardım istiyorum. Kız kardeşim
için... Kırmızı ayakkabı diye tutturdu, geceleri uyumuyor, durmadan
ağlıyor... O na istediği ayakkabıyı alacak paramız yok... Para
istemiyorum. Kardeşime bir çift kırmızı ayakkabı al, valla billa borçumu
öderim. Kardeşim hasta, çok hasta...
Bu son söylediği söz, duyabildiğim son söz oldu. Ondan sonra neler anlattı
hatırlamıyorum. Cesareti... Açık sözlülüğü... Kendine olan güveni... Kız
kardeşi... Kırmızı ayakkabılar... Beynimin içinde sorunları ile ilgili bir
sürü soru işareti...
- Abla, tamam mı?... Alacak mısın kardeşime kırmızı ayakkabı? Bu sözlerle
uykudan uyanır gibi kendime geldim. Bir kaç saniyelik suskunluk... Ne
söyleyeceğini bilememe hali...
- Limonata içelim mi?
Bu soru umudu oldu, bunu hissettim. Gözleri parladı, yüreğindeki umut
ışığının gözlerine nasıl yansıdığını gördüm. Bu sefer daha heyecanlı
konuşmaya başladı ;
- Arabanı yıkarım, o aşağıdaki otoparka bırakmana gerek kalmaz. Ben daha
iyi bakarım, kollarım, yıkar temizlerim hem de istediğin kadar... Borcumu
ödeyene
kadar... Hıı? ne olur!! O bakışları... Gözlerimin içine "ne olur evet de" der
gibi bakışları.... Çoktan razı olmuştum ama bunu şimdilik belli etmek
istemiyor,
biraz korksun istiyordum.
- Bilmiyorum, düşünmem lazım. Sen şimdi bırak, bir şekilde ödeteceğim ben
sana bu camın parasını da... Biraz ailenden, kardeşinden söz et bana.
- Annem, bir de beş yaşında ki kardeşim... Babam yok, bizi bırakıp kaçtı.
Annem önceleri temizliğe gider bize bakardı. O zamanlar ben okula da
gidebiliyordum. Ama sonra hasta oldu ve doktor çalışmasını yasakladı.
Şimdi evde sabunluk, elbezi, çetik falan örüyor ben de pazarlara götürüp
satıyorum öyle geçiniyoruz.
- Annenin hastalığı ne?
- Verem. Ama geçti. Şimdi iyi sadece yorulmaması gerekiyormuş o kadar. -
Peki ya kardeşin, o nun nesi var?
- Doktorlar "çok yaşamaz" demişler... Annem çok ağlıyor... O da kırmızı
ayakkabı diye tutturdu, gece gündüz durmadan ağlıyor.
- Adın ne senin?
- Mehmet.
- Kaç yaşındasın?
- 12.
- Peki Mehmet, bak ne güzel dertleşiyoruz, konuşuyoruz bunun için cam
kırman gerekmezdi. İnsanlardan birşey isteyeceğin zaman onlara zarar
vermen gerekmez, gider konuşur derdin - sorunun neyse anlatırsın olur
biter. Bu sefer başını iyice önüne eğdi, bir iki kez arka arkaya yutkundu
;
- Beni dinle diye yaptım. dedi fısıldar gibi
- Camımı kırmadan da gelip bunları bana anlatabilirdin.
- Dinler miydin?!
- Dinlerdim! Hadi şimdi iç limonatanı, şu kurabiyeleri de ye sonra da size
götür beni annenle tanıştır tamam mı? O nasıl bir sevinçtir ki, gözlerinde
yıldızlar gördüm... O nasıl bir sevinçtir ki, zıplasa başı tavana vuracak
ama kendini zor tutuyor.
- Abla dedi çekinerek
- Ben yedim, bu kalanları kardeşime götürebilir miyim?
- Sen ye, giderken kardeşine alırız.
- Olmaaazzz! izin verirsen bunları götüreyim vermezsen yenilerini
aldırtmam. Sen kardeşime ayakkabı al... var ya... başka hiç birşey
istemiyorum. Gözyaşlarım çoktan "Hazır ol" a geçmiş "Başla" komutu
bekliyorlardı. sustum... Sadece sustum!
- Zeynep, nereye gidiyoruz biliyor musun abiciğim?
- Nereye?
- Sana kırmızı ayakkabı almaya.
Tanrım, bir çocuk bu kadar mı güzel güler... Bu kadar mı yakışır o küçük
yüzüne o masum gülücükler... Mehmet'le Zeynep el ele tutuşmuş önümüz sıra
yürüyorlardı biz de annesi ile arkalarından... Kadıncağız yol boyu, minnet
-şükran - teşekkür - dua ne varsa saydı döktü. Dinlemiyordum,
dinleyebilecek durumda değildim sadece izliyordum Mehmet'i-Zeynep'i...
Zeynep
dükkandaki bütün kırmızı ayakkabılara büyülenmiş gibi bakıyordu. Sanki
yeryüzünde
bir tek kendisi ve kırmızı ayakkabılar varmışcasına... Sırayla her birini
giyip
çıkartıyordu. Hipnozda gibiydi.
- Bu iyi mi kızım? ayağını sıkıyor mu? acıtıyor mu?
Soruları duymuyordu şaşkındı,inanılmaz mutluydu, sadece ayakkabılara
bakıyor gülüyordu. Bütün kırmızı ayakkabıları denedi.
- Hangisini istiyorsun sorusuna yanıt veremedi, adeta dili tutulmuştu ve o
"bir süre sonra atlatır"diye düşündüğüm hipnoz hali geçmemiş hala devam
ediyordu. Sonunda anne bir seçim yapmak zorunda kaldı.
- Bu olsun, bunu alalım. Zeynep bu söz üzerine uykudan uyanır gibi
sıçradı. Utanır, mahcup ama çok da kararlı ;
-Yok ; Ben bunu istiyorum, kenarında süsü var.
- Kızım bak o yazlık, bunu alalım kış geliyor... Hem bak bu da kırmızı...
Dudağını büktü, bir süre sustu sonra ağlama öncesi sendromu... Dudak
titremeye başladı.
- Ama bunun kenarında süsü var. diye tekrarladı.
- Zeynep hangisini istiyorsa o nu alacağız dedim. Hem bak Zeynep ne
diyeceğim, bir tane almak zorunda da değiliz. İki-üç hatda dört tane bile
alabiliriz. Zeynep'in tek derdi, KENARINDA SÜSÜ ! olanına sahip olmaktı.
KENARINDA SÜSÜ OLAN' ını ve annenin beğendiğini de alıp çıktık.
Her akşam iş dönüşü küçük Zeynep'i ziyaret etmek alışkanlık yaptı. Onu
görmeden duramıyordum. Öyle tatlıydı ki... "O'na bu kadar bağlanmak doğru
mu? " bencilliğinden mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışarak hep Zeynep'e
koştum.
- Ayy bu kız bir alem dedi annesi.
- Ne yapıyor biliyor musun? Her gece ayakkabıları siliyoruz, temizliyoruz,
iç içe bir kaç poşetin içine koyup ağzını iyice bağlıyoruz, küçük hanım
onları koynuna almadan uyumuyor. Bir de, illaki KENARI SÜSLÜ'sü. Zeynep'i
o çok sevdiği kırmızı ayakkabıları ile, umutsuzluğunun dışa vurumu
mekanlarda kapı kapı dolaştırıyor olmak bana çok dokunuyordu. O kenarı
süslü
ayakkabıları ile nerelere gitmedik ki... Lunaparklar, çocuk sinemaları,
çocuk tiyatroları, hayvanat bahçeleri, onkoloji servisleri, radyoterapi
merkezleri, labarotuvarlar... Her canı yandığında o can acısının bedelini
aldı !
Aldı mı?!..."Niye" diye sormak bile gelmiyordu ki aklına... "Niye
buradayız, niye canımı yakıyorlar?" diye sormadı hiç... Neden o çok
sevdiği kırmızı ayakkabıları ile ilaç kokulu hastane koridorlarında
dolaştığımızı da... Avuçlarıma teslim ettiği minicik ellerinin, kalbimde
derin bir yarayı kanatıyor olduğundan habersizdi. O hayatın getirdiklerine
razıydı, hem de bizlerden çok daha fazla. Umut yoktu. Çoktan beri yoktu.
Sadece iyi bakılması
koşulu ile belki bir kaç ay daha...
Bir kaç ay sonra... Bir cumartesi sabahı... Hıçkırık sesleri... Kapıyı
açtığımda
Mehmet'i elinde Zeynep'in kırmızı ayakkabıları ile yere yığılmış hıçkırır
buldum.
Soru sormak "Ne oldu?" demek hiç bu kadar anlamsız gelmemişti bana.
- Ayakkabıları getirdim abla !
Üzerimde pijamalarım - terliklerim, Mehmet'i kapımın önünde bırakıp koştum...
Koştum... Koştum... Odanın ortasına yığıp kalmış, şaşkın, acı dolu boş boş
bakan bir çift anne gözü ile buluşana kadar koştum...
- Kızım... Kızım gitti!... Uçup gitti!... Ellerimden, avuçlarımdan kayıp
gitti! Ne acelesi, ne telaşı vardı anlayamadım... Baksana, KENARI
SÜSLÜ'sünü bile
almadan gitmiş...
:sadsmile:şimdiye kadar dinlediğim en güzel hikaye :sweating:
yorgunluğumu üzerimden atmaya çalıştığım pazar günlerinden biri TAK ve
ŞANGIIIRRR! sesleri ile oturduğum koltuktan fırladım.
- Ablaaa, bu yaptı ! cama o kocaman taşı bu attı...
Hiç kıpırdamıyor, orada öylece durmuş "evet ben yaptım" der gibi yüzüme
bakıyordu. Esmer yüzünde - pırıl pırıl parlayan kap kara gözlerinde
pişmanlığa dair en ufak bir ize rastlamak mümkün değildi. Bilakis, umut.
Umut pırıltıları... Belkiler...
- Bekle dedim, bekle geliyorum, bunun hesabını ödeyeceksin.
- Sen zahmet etme abla, ben gelirim.
Otuz saniye sonra daire kapımın önündeydi.
- Ne istedin camımdan? Bilerek atmışsın taşı niye?
Bu sefer , Hiç ses yok !
- Gel içeri dedim.
Sanki bu teklifimi bekliyormuş gibi, ayakabılarını alel acele çıkartıp
içeri girdi. Mahçup ama pişman değil... Utanıyor ama korkudan eser yok...
Tuhaf bir hali...
- Otur konuşacağız.
- Üstüm çok pis...
- Otur!
- Bir gazete kağıdı var mı abla?... Sandalyeye koyalım öyle oturayım.
Kızmalı mı , gülmeli mi bilemedim.
- Camımı bilerek kırdın ama sandalyelerime kıyamıyorsun öyle mi?!
Otur! O-tuurr!
Sindi kaldı... Başını önüne eğdi... Bir kaç saniye süren suskunluk...
- Abla cam parasını çalışır öderim... Yalnız...
- Yalnız ne?!
- Sana anlatacaklarım var, beni biraz dinler misin?
- Mazeret mi?
- Valla mazeret değil. Camı kırdım, bilerek kırdım kabul ediyorum,
ödeyeceğim ama...
- Ama nee?
- Abla, sen bu mahalleye yeni taşındın biliyorum. Zengin olduğunu da
biliyorum...
- Zengin mi? zengin hee? Çalışıyorum, sabahtan akşama kadar para kazanmak
için canım çıkıyor. Bir tatil günümü evimde oturup dinlenerek geçirmek
istiyorum, gelip camımı kırıyor üstelik bir de "bilerek yaptım" diyorsun.
- Abla dinleyecek misin beni? Senden yardım istiyorum. Kız kardeşim
için... Kırmızı ayakkabı diye tutturdu, geceleri uyumuyor, durmadan
ağlıyor... O na istediği ayakkabıyı alacak paramız yok... Para
istemiyorum. Kardeşime bir çift kırmızı ayakkabı al, valla billa borçumu
öderim. Kardeşim hasta, çok hasta...
Bu son söylediği söz, duyabildiğim son söz oldu. Ondan sonra neler anlattı
hatırlamıyorum. Cesareti... Açık sözlülüğü... Kendine olan güveni... Kız
kardeşi... Kırmızı ayakkabılar... Beynimin içinde sorunları ile ilgili bir
sürü soru işareti...
- Abla, tamam mı?... Alacak mısın kardeşime kırmızı ayakkabı? Bu sözlerle
uykudan uyanır gibi kendime geldim. Bir kaç saniyelik suskunluk... Ne
söyleyeceğini bilememe hali...
- Limonata içelim mi?
Bu soru umudu oldu, bunu hissettim. Gözleri parladı, yüreğindeki umut
ışığının gözlerine nasıl yansıdığını gördüm. Bu sefer daha heyecanlı
konuşmaya başladı ;
- Arabanı yıkarım, o aşağıdaki otoparka bırakmana gerek kalmaz. Ben daha
iyi bakarım, kollarım, yıkar temizlerim hem de istediğin kadar... Borcumu
ödeyene
kadar... Hıı? ne olur!! O bakışları... Gözlerimin içine "ne olur evet de" der
gibi bakışları.... Çoktan razı olmuştum ama bunu şimdilik belli etmek
istemiyor,
biraz korksun istiyordum.
- Bilmiyorum, düşünmem lazım. Sen şimdi bırak, bir şekilde ödeteceğim ben
sana bu camın parasını da... Biraz ailenden, kardeşinden söz et bana.
- Annem, bir de beş yaşında ki kardeşim... Babam yok, bizi bırakıp kaçtı.
Annem önceleri temizliğe gider bize bakardı. O zamanlar ben okula da
gidebiliyordum. Ama sonra hasta oldu ve doktor çalışmasını yasakladı.
Şimdi evde sabunluk, elbezi, çetik falan örüyor ben de pazarlara götürüp
satıyorum öyle geçiniyoruz.
- Annenin hastalığı ne?
- Verem. Ama geçti. Şimdi iyi sadece yorulmaması gerekiyormuş o kadar. -
Peki ya kardeşin, o nun nesi var?
- Doktorlar "çok yaşamaz" demişler... Annem çok ağlıyor... O da kırmızı
ayakkabı diye tutturdu, gece gündüz durmadan ağlıyor.
- Adın ne senin?
- Mehmet.
- Kaç yaşındasın?
- 12.
- Peki Mehmet, bak ne güzel dertleşiyoruz, konuşuyoruz bunun için cam
kırman gerekmezdi. İnsanlardan birşey isteyeceğin zaman onlara zarar
vermen gerekmez, gider konuşur derdin - sorunun neyse anlatırsın olur
biter. Bu sefer başını iyice önüne eğdi, bir iki kez arka arkaya yutkundu
;
- Beni dinle diye yaptım. dedi fısıldar gibi
- Camımı kırmadan da gelip bunları bana anlatabilirdin.
- Dinler miydin?!
- Dinlerdim! Hadi şimdi iç limonatanı, şu kurabiyeleri de ye sonra da size
götür beni annenle tanıştır tamam mı? O nasıl bir sevinçtir ki, gözlerinde
yıldızlar gördüm... O nasıl bir sevinçtir ki, zıplasa başı tavana vuracak
ama kendini zor tutuyor.
- Abla dedi çekinerek
- Ben yedim, bu kalanları kardeşime götürebilir miyim?
- Sen ye, giderken kardeşine alırız.
- Olmaaazzz! izin verirsen bunları götüreyim vermezsen yenilerini
aldırtmam. Sen kardeşime ayakkabı al... var ya... başka hiç birşey
istemiyorum. Gözyaşlarım çoktan "Hazır ol" a geçmiş "Başla" komutu
bekliyorlardı. sustum... Sadece sustum!
- Zeynep, nereye gidiyoruz biliyor musun abiciğim?
- Nereye?
- Sana kırmızı ayakkabı almaya.
Tanrım, bir çocuk bu kadar mı güzel güler... Bu kadar mı yakışır o küçük
yüzüne o masum gülücükler... Mehmet'le Zeynep el ele tutuşmuş önümüz sıra
yürüyorlardı biz de annesi ile arkalarından... Kadıncağız yol boyu, minnet
-şükran - teşekkür - dua ne varsa saydı döktü. Dinlemiyordum,
dinleyebilecek durumda değildim sadece izliyordum Mehmet'i-Zeynep'i...
Zeynep
dükkandaki bütün kırmızı ayakkabılara büyülenmiş gibi bakıyordu. Sanki
yeryüzünde
bir tek kendisi ve kırmızı ayakkabılar varmışcasına... Sırayla her birini
giyip
çıkartıyordu. Hipnozda gibiydi.
- Bu iyi mi kızım? ayağını sıkıyor mu? acıtıyor mu?
Soruları duymuyordu şaşkındı,inanılmaz mutluydu, sadece ayakkabılara
bakıyor gülüyordu. Bütün kırmızı ayakkabıları denedi.
- Hangisini istiyorsun sorusuna yanıt veremedi, adeta dili tutulmuştu ve o
"bir süre sonra atlatır"diye düşündüğüm hipnoz hali geçmemiş hala devam
ediyordu. Sonunda anne bir seçim yapmak zorunda kaldı.
- Bu olsun, bunu alalım. Zeynep bu söz üzerine uykudan uyanır gibi
sıçradı. Utanır, mahcup ama çok da kararlı ;
-Yok ; Ben bunu istiyorum, kenarında süsü var.
- Kızım bak o yazlık, bunu alalım kış geliyor... Hem bak bu da kırmızı...
Dudağını büktü, bir süre sustu sonra ağlama öncesi sendromu... Dudak
titremeye başladı.
- Ama bunun kenarında süsü var. diye tekrarladı.
- Zeynep hangisini istiyorsa o nu alacağız dedim. Hem bak Zeynep ne
diyeceğim, bir tane almak zorunda da değiliz. İki-üç hatda dört tane bile
alabiliriz. Zeynep'in tek derdi, KENARINDA SÜSÜ ! olanına sahip olmaktı.
KENARINDA SÜSÜ OLAN' ını ve annenin beğendiğini de alıp çıktık.
Her akşam iş dönüşü küçük Zeynep'i ziyaret etmek alışkanlık yaptı. Onu
görmeden duramıyordum. Öyle tatlıydı ki... "O'na bu kadar bağlanmak doğru
mu? " bencilliğinden mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışarak hep Zeynep'e
koştum.
- Ayy bu kız bir alem dedi annesi.
- Ne yapıyor biliyor musun? Her gece ayakkabıları siliyoruz, temizliyoruz,
iç içe bir kaç poşetin içine koyup ağzını iyice bağlıyoruz, küçük hanım
onları koynuna almadan uyumuyor. Bir de, illaki KENARI SÜSLÜ'sü. Zeynep'i
o çok sevdiği kırmızı ayakkabıları ile, umutsuzluğunun dışa vurumu
mekanlarda kapı kapı dolaştırıyor olmak bana çok dokunuyordu. O kenarı
süslü
ayakkabıları ile nerelere gitmedik ki... Lunaparklar, çocuk sinemaları,
çocuk tiyatroları, hayvanat bahçeleri, onkoloji servisleri, radyoterapi
merkezleri, labarotuvarlar... Her canı yandığında o can acısının bedelini
aldı !
Aldı mı?!..."Niye" diye sormak bile gelmiyordu ki aklına... "Niye
buradayız, niye canımı yakıyorlar?" diye sormadı hiç... Neden o çok
sevdiği kırmızı ayakkabıları ile ilaç kokulu hastane koridorlarında
dolaştığımızı da... Avuçlarıma teslim ettiği minicik ellerinin, kalbimde
derin bir yarayı kanatıyor olduğundan habersizdi. O hayatın getirdiklerine
razıydı, hem de bizlerden çok daha fazla. Umut yoktu. Çoktan beri yoktu.
Sadece iyi bakılması
koşulu ile belki bir kaç ay daha...
Bir kaç ay sonra... Bir cumartesi sabahı... Hıçkırık sesleri... Kapıyı
açtığımda
Mehmet'i elinde Zeynep'in kırmızı ayakkabıları ile yere yığılmış hıçkırır
buldum.
Soru sormak "Ne oldu?" demek hiç bu kadar anlamsız gelmemişti bana.
- Ayakkabıları getirdim abla !
Üzerimde pijamalarım - terliklerim, Mehmet'i kapımın önünde bırakıp koştum...
Koştum... Koştum... Odanın ortasına yığıp kalmış, şaşkın, acı dolu boş boş
bakan bir çift anne gözü ile buluşana kadar koştum...
- Kızım... Kızım gitti!... Uçup gitti!... Ellerimden, avuçlarımdan kayıp
gitti! Ne acelesi, ne telaşı vardı anlayamadım... Baksana, KENARI
SÜSLÜ'sünü bile
almadan gitmiş...
:sadsmile:şimdiye kadar dinlediğim en güzel hikaye :sweating: