ttuurrgguutt
🏅Acemi Tasarımcı🏅
- Katılım
- 18 Eki 2007
- Mesajlar
- 28
- Tepkime puanı
- 7
“Olsaydım.” kendimizle hesaplaşmanın ikinci adımı ya da bir başka adıdır. “Olsaydım.”; umutlarımızın, arayıp elde edemediklerimizin, iyi kötü bütün niyetlerimizin de dev aynasındaki yansımasıdır. Başka bir deyişle de son pişmanlık duygusu veya her şeye yeniden başlayabilme hevesimizdir.
Aslında yaşadığımız hayat, bir çelişkiler yumağıdır. Onu da baştan sona filme alabilseydik, gerçeğin ne olduğunu görebilir, nasıl olması gerektiğini ölçüp tartar, yeniden değerlendirebilirdik. Henüz konuya girmediğimi, daha doğrusu giremediğimi, şöylece kıyısından teğet geçtiğimi, bir bilinmez dönemece kapılıp etrafında döndüğümü biliyorum. Olsun! Hepimiz sayısız özlemlerin şafağından, elimizde olmayan sebepler yüzünden dönmedik mi? Hele hele çok kere; “Şimdiki aklım olsaydı…” özrüne sığınıp da, kim bilir kaçıncı kırkıncı odaların kapısını açmak için zorlamadık mı? Biz aslında bu dünya ile bir başka dünyanın ara kesitinde yaşamıyor muyuz?
Sorular, sorular…
Düğüm düğüm meraktan başka ne?
“Olsaydım?”
“Olsaydım”, bir sihirbazın fanusu, gönüllü olarak kendisine bağlanmak için kucağımızı açtığımız büyücünün aynası. Kuracak, karşısına geçecek, dilediğince yeniden yaşayacaksın, hatta yeni baştan yaşayacaksın.
Niçin?
Nedeni oldukça basit. Çünkü biz, çok defa bazı konularda başkalarından geri kaldığımızı düşünür, bu yüzden üzülürüz. Geri kalma düşüncesi de bizi, kendimizle hesaplaşmaya ve şimdiye kadar ulaştığımız bütün sonuçları gözden geçirmeye götürür. Bu sırada da hayâl perdesi açılır. O perde de kendimizi, olmak istediğimiz gibi görmeye başlarız. Perde bize oyun etmez, kendisinde odaklanan gerçekleri değil fakat gönlümüzden geçenleri yansıtırsa mutluluğun en yüksek doruklarında dolaşmaya başlarız.
“Olsaydım”, hem kurtuluş kalkanı, hem de hoşlanmadığımız, bir türlü ısınamadığımız gerçeklerden kaçış simidi. Çocukluğumuzu ve bu dönemdeki arkadaşlarımızı düşünelim. İçlerinde kendimiz de olmak üzere bazılarımız, adına efsane de dense, gökkuşağının altından geçmek için yarışmadık mı? Bu yarıştan amaçladığımız neydi sanki? O günlerde rüyâlarımızı dolduran şehzadenin atına binmeyi hangimiz istemedik? Üstelik hâlâ bu isteme huyumuzdan vazgeçebildik mi?
Leylâ ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, ya da yeniçağ ile henüz adı bile konmamış olan çağ, bir sembolden başka ne? İşin özüne inersek, hepsi de birer gölge, hayat aynasına düşen acı tatlı yankılardır. Bu gölgeler ya da yankılar, hepimizin hayatına yön veren işaret taşlarıdır… Leylâ saflığın, Mecnun adına bağlılık da dediğimiz vefanın, Ferhat sayısız dağları bile delip zorlukları yenebilmenin, Şirin güzelliğin, Kerem uğruna yanarak ölebilmenin, Aslı da saçını süpürge etmenin açık seçik anlamları değil midir? Bize düşen de bu ilmekleri bir araya getirebilmektir. Onları bir araya getirebildiğimiz zaman, yaşama sevincimiz artar, anlam kazanır.
Hayat bir oyun! Ah, oynamasını bir bilebilsek… İşte o zaman yaşadığımız, hatta aradığımız, arzuladığımız dünyanın sahibi oluruz. Fakat içinde yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz zaman; şikâyetlerimizin tarlası olmaya devam ediyor. Zaman geliyor bu tarlada ne filizler kırılıyor, ne çiçekler bile henüz açmadan, açamadan solduruluyor.
“Olsaydım.” uçsuz bucaksız çölde, apansızın karşımıza çıkıveren bir serap. Arada bir görünse de, susuzluğumuzu çekip alıp götürüyor. Onun kapılarını bu yüzden olmalı, daima açık tutuyoruz....
Aslında yaşadığımız hayat, bir çelişkiler yumağıdır. Onu da baştan sona filme alabilseydik, gerçeğin ne olduğunu görebilir, nasıl olması gerektiğini ölçüp tartar, yeniden değerlendirebilirdik. Henüz konuya girmediğimi, daha doğrusu giremediğimi, şöylece kıyısından teğet geçtiğimi, bir bilinmez dönemece kapılıp etrafında döndüğümü biliyorum. Olsun! Hepimiz sayısız özlemlerin şafağından, elimizde olmayan sebepler yüzünden dönmedik mi? Hele hele çok kere; “Şimdiki aklım olsaydı…” özrüne sığınıp da, kim bilir kaçıncı kırkıncı odaların kapısını açmak için zorlamadık mı? Biz aslında bu dünya ile bir başka dünyanın ara kesitinde yaşamıyor muyuz?
Sorular, sorular…
Düğüm düğüm meraktan başka ne?
“Olsaydım?”
“Olsaydım”, bir sihirbazın fanusu, gönüllü olarak kendisine bağlanmak için kucağımızı açtığımız büyücünün aynası. Kuracak, karşısına geçecek, dilediğince yeniden yaşayacaksın, hatta yeni baştan yaşayacaksın.
Niçin?
Nedeni oldukça basit. Çünkü biz, çok defa bazı konularda başkalarından geri kaldığımızı düşünür, bu yüzden üzülürüz. Geri kalma düşüncesi de bizi, kendimizle hesaplaşmaya ve şimdiye kadar ulaştığımız bütün sonuçları gözden geçirmeye götürür. Bu sırada da hayâl perdesi açılır. O perde de kendimizi, olmak istediğimiz gibi görmeye başlarız. Perde bize oyun etmez, kendisinde odaklanan gerçekleri değil fakat gönlümüzden geçenleri yansıtırsa mutluluğun en yüksek doruklarında dolaşmaya başlarız.
“Olsaydım”, hem kurtuluş kalkanı, hem de hoşlanmadığımız, bir türlü ısınamadığımız gerçeklerden kaçış simidi. Çocukluğumuzu ve bu dönemdeki arkadaşlarımızı düşünelim. İçlerinde kendimiz de olmak üzere bazılarımız, adına efsane de dense, gökkuşağının altından geçmek için yarışmadık mı? Bu yarıştan amaçladığımız neydi sanki? O günlerde rüyâlarımızı dolduran şehzadenin atına binmeyi hangimiz istemedik? Üstelik hâlâ bu isteme huyumuzdan vazgeçebildik mi?
Leylâ ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, ya da yeniçağ ile henüz adı bile konmamış olan çağ, bir sembolden başka ne? İşin özüne inersek, hepsi de birer gölge, hayat aynasına düşen acı tatlı yankılardır. Bu gölgeler ya da yankılar, hepimizin hayatına yön veren işaret taşlarıdır… Leylâ saflığın, Mecnun adına bağlılık da dediğimiz vefanın, Ferhat sayısız dağları bile delip zorlukları yenebilmenin, Şirin güzelliğin, Kerem uğruna yanarak ölebilmenin, Aslı da saçını süpürge etmenin açık seçik anlamları değil midir? Bize düşen de bu ilmekleri bir araya getirebilmektir. Onları bir araya getirebildiğimiz zaman, yaşama sevincimiz artar, anlam kazanır.
Hayat bir oyun! Ah, oynamasını bir bilebilsek… İşte o zaman yaşadığımız, hatta aradığımız, arzuladığımız dünyanın sahibi oluruz. Fakat içinde yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz zaman; şikâyetlerimizin tarlası olmaya devam ediyor. Zaman geliyor bu tarlada ne filizler kırılıyor, ne çiçekler bile henüz açmadan, açamadan solduruluyor.
“Olsaydım.” uçsuz bucaksız çölde, apansızın karşımıza çıkıveren bir serap. Arada bir görünse de, susuzluğumuzu çekip alıp götürüyor. Onun kapılarını bu yüzden olmalı, daima açık tutuyoruz....