- Katılım
- 10 Eki 2008
- Mesajlar
- 3,603
- Tepkime puanı
- 181
ERİŞİM
Mesajımızın kitlelere ulaşabilmesi için reklamımızı mümkün olduğu kadar çok insana ulaştırmamız gerektiğine inanırız. Ama artık anlamamız gerekiyor ki erişim dediğimiz şey aslında buzdağının sadece ucu. Sadece erişimi değil, hem erişimi hem de yayılmayı hedefleyerek planlarımızı yapmaya başlamalıyız. Ama kötü haberlerim var. Bu maalesef virallere sığınarak veya sosyal mecra trenine atlayarak hallolacak kadar kolay bir iş değil. Sosyal yayılma, online’dan çok offline’da oluyor ve sözlü değil, sözsüz şekilde meydana geliyor.
DİKKAT ÇEKME
Karşımıza gelen işleri değerlendirirken, ilk kriterimiz genellikle o işin dikkat çekip çekmeyeceği oluyor. Ancak son araştırmalar gösteriyor ki tüketici rahat ve dikkat seviyesinin düşük olduğu zamanlarda reklamı çok daha iyi hazmedebiliyor. Reklamın dikkat çekmesini değil, duygusal bir “osmosis” yaratmasını hedeflemeliyiz. Bir diğer deyişle, tüketicinin dikkatini çekmesini değil, tüketiciyi içine çekmesini, onu ve etrafındakileri sürüklemesini amaçlamalıyız.
MESAJ VERME
Kurtulmamız gereken en önemli takıntımız bu. 1950’lerden beri takıntılıyız bu konuya. Biz yerimizde sayabiliriz ama tabir yerindeyse, bilim bu konuda çok ilerledi. Bulgular, satış başarısı olan en etkili reklamların pek de fazla bir mesaj içermediğini gösteriyor. Binet, bu noktada “meta-communication” kavramını gündeme getiriyor. Araştırmalara göre, iletişimin başarılı olabilmesi için artık ses tonu, vücut dili, göz hareketleri ve yüz ifadeleri gibi etkenler mesaj uygunluğundan çok daha önemli. Bu durumda reklamın başarılı olabilmesi için bizim de önce ne söyleyeceğimizi değil, nasıl söyleyeceğimizi düşünmemiz gerekiyor.
İKNA ETME
Reklam izleme verilerini derinlemesine incelediğimiz zaman, reklamın insanların fikrini değiştirme konusunda pek de başarılı olamadığını görüyoruz. Eğer biraz bir başarı elde etmişse de bu başarı genellikle doğrudan olumlu ürün deneyiminden veya satın alma sonrasındaki pozitif değerlendirmelerden kaynaklanıyor. Binet’e göre tüketicinin düşüncelerini değiştirmeye çalışmak biraz haybeye bir uğraş yani. Reklam, tüketicinin düşüncelerini değil, duygularını değiştirmekte daha başarılı. İnadı bırakıp, kaynaklarımızı boşa harcamayıp, tüketicinin önce duygularını etkilemeliyiz. Markanın bir çağrışımlar ağı olduğunu hatırlayıp, doğru meta - iletişim öğelerini kullanarak, markamızın hissettirmesini istediğimiz duyguları tüketicinin kalbine sokacak çağrışım ağını kurmaya çalışmak daha verimli bir uğraş gibi duruyor.
DAVRANIŞ DEĞİŞTİRME
Araştırmalar, reklamın davranışı tamamen değiştiremediği, ancak eğilimleri etkileyebildiği gerçeğini acımasızca ortaya koyuyor. Biz çağrışım ağını ne kadar ustaca kurgularsak kurgulayalım, reklamın insanları istediğimiz noktaya getirmesi çok uzun zaman alıyor. Sabırla koruğu helva yapmak zorundayız. Çağrışım ağına yatırımı kesmezsek, zamanla yeteri kadar insanın istediğimiz noktaya doğru hareket etmesini sağlayabiliriz.
ALINTIDIR
Mesajımızın kitlelere ulaşabilmesi için reklamımızı mümkün olduğu kadar çok insana ulaştırmamız gerektiğine inanırız. Ama artık anlamamız gerekiyor ki erişim dediğimiz şey aslında buzdağının sadece ucu. Sadece erişimi değil, hem erişimi hem de yayılmayı hedefleyerek planlarımızı yapmaya başlamalıyız. Ama kötü haberlerim var. Bu maalesef virallere sığınarak veya sosyal mecra trenine atlayarak hallolacak kadar kolay bir iş değil. Sosyal yayılma, online’dan çok offline’da oluyor ve sözlü değil, sözsüz şekilde meydana geliyor.
DİKKAT ÇEKME
Karşımıza gelen işleri değerlendirirken, ilk kriterimiz genellikle o işin dikkat çekip çekmeyeceği oluyor. Ancak son araştırmalar gösteriyor ki tüketici rahat ve dikkat seviyesinin düşük olduğu zamanlarda reklamı çok daha iyi hazmedebiliyor. Reklamın dikkat çekmesini değil, duygusal bir “osmosis” yaratmasını hedeflemeliyiz. Bir diğer deyişle, tüketicinin dikkatini çekmesini değil, tüketiciyi içine çekmesini, onu ve etrafındakileri sürüklemesini amaçlamalıyız.
MESAJ VERME
Kurtulmamız gereken en önemli takıntımız bu. 1950’lerden beri takıntılıyız bu konuya. Biz yerimizde sayabiliriz ama tabir yerindeyse, bilim bu konuda çok ilerledi. Bulgular, satış başarısı olan en etkili reklamların pek de fazla bir mesaj içermediğini gösteriyor. Binet, bu noktada “meta-communication” kavramını gündeme getiriyor. Araştırmalara göre, iletişimin başarılı olabilmesi için artık ses tonu, vücut dili, göz hareketleri ve yüz ifadeleri gibi etkenler mesaj uygunluğundan çok daha önemli. Bu durumda reklamın başarılı olabilmesi için bizim de önce ne söyleyeceğimizi değil, nasıl söyleyeceğimizi düşünmemiz gerekiyor.
İKNA ETME
Reklam izleme verilerini derinlemesine incelediğimiz zaman, reklamın insanların fikrini değiştirme konusunda pek de başarılı olamadığını görüyoruz. Eğer biraz bir başarı elde etmişse de bu başarı genellikle doğrudan olumlu ürün deneyiminden veya satın alma sonrasındaki pozitif değerlendirmelerden kaynaklanıyor. Binet’e göre tüketicinin düşüncelerini değiştirmeye çalışmak biraz haybeye bir uğraş yani. Reklam, tüketicinin düşüncelerini değil, duygularını değiştirmekte daha başarılı. İnadı bırakıp, kaynaklarımızı boşa harcamayıp, tüketicinin önce duygularını etkilemeliyiz. Markanın bir çağrışımlar ağı olduğunu hatırlayıp, doğru meta - iletişim öğelerini kullanarak, markamızın hissettirmesini istediğimiz duyguları tüketicinin kalbine sokacak çağrışım ağını kurmaya çalışmak daha verimli bir uğraş gibi duruyor.
DAVRANIŞ DEĞİŞTİRME
Araştırmalar, reklamın davranışı tamamen değiştiremediği, ancak eğilimleri etkileyebildiği gerçeğini acımasızca ortaya koyuyor. Biz çağrışım ağını ne kadar ustaca kurgularsak kurgulayalım, reklamın insanları istediğimiz noktaya getirmesi çok uzun zaman alıyor. Sabırla koruğu helva yapmak zorundayız. Çağrışım ağına yatırımı kesmezsek, zamanla yeteri kadar insanın istediğimiz noktaya doğru hareket etmesini sağlayabiliriz.
ALINTIDIR